Hüseyin Ağca'nın İki Eseri Işığında Odyoloji, Ses ve Konuşma Bozuklukları Bilim Alanı İçin Türkçe Eğitiminin Önemi


Kemaloğlu Y. K.

Dr. Hüseyin AĞCA Armağanı, Hatice AYAN, Editör, İMAJANS, Ankara, ss.719-736, 2023

  • Yayın Türü: Kitapta Bölüm / Diğer
  • Basım Tarihi: 2023
  • Yayınevi: İMAJANS
  • Basıldığı Şehir: Ankara
  • Sayfa Sayıları: ss.719-736
  • Editörler: Hatice AYAN, Editör
  • Gazi Üniversitesi Adresli: Evet

Özet

KBB hekimliği, tıp bilimleri içinden bakıldığında önemli ama sınırlı birkaç işlev ve organın incelendiği bir alandır. Ancak genel bilim kültürü açısından bakıldığındaysa pek çok sosyal alanla doğrudan ve hatta tarihsel kökleri olan, “organik”  ilişkisi olduğu görülür. Öncelikle dünya tarihinin en eski görünürlük kazanan “özür/engel/yetersizlik” alanlarından ikisiyle ilgilenir: “İşitme Kaybı” ve “Konuşma Bozuklukları”. Dolayısıyla da tarihte bu yakınmaları olanlara yapılan bütün “düzeltici” (terapötik) ya da “uyumlaştırıcı/iyimleştirici/saygınlaştırıcı (habilitasyon, rehabilitasyon)” çabaları ve bunu yapanlar KBB hekimliğinin tarihselliğinin bir parçasıdır. Tarihe bakıldığında görülecektir ki bu çabaları gösterenler aynı zamanda din, felsefe ve eğitim tarihlerinin de parçalarıdırlar. Bu bağlamda özellikle özel eğitim ve kulak hekimliğinin tarihteki “baba”larının aynı olduğunu görmek şaşırtıcı olmaz: Jean Marc Gaspard Itard (1774-1838). KBB hekimliği, günümüzde de özel eğitim ve eğitim camiasıyla en yakın ilişkisi olan tıp dalıdır. Bu bağlamın bir uzantısı olarak; doğuştan işitme yeterliliği olmadığı için konuşamayan bireylerin (“Sağırlar”ın) yaşadıkları toplum içindeki konumları da KBB hekimliğinden sosyal bilimlere uzanan diğer önemli bir başlıktır. Sağırlar, sadece dünya engellilik tarihinin değil, tarih boyunca dinlerin ve rejimlerin insana ve insan haklarına bakışının en güzel aynalarından birisi olmuşlardır. Aynı şey, farklı bir yönüyle ve kısmen de olsa konuşma bozukluğu olanlar için de geçerlidir. 

KBB hekimliğinin sosyal bilimler alanına uzanımının başlıca alanlarından birisi de konuşma sesiyle ilgili hastalık ve bozukluklarla ilgileniyor olmasıdır. Konuşma, KBB hekimleri için öncelikle bir veri kaynağıdır. Günümüzde insan sesi, özellikle de konuşma sesleri, sadece ses ve konuşma bozuklukları yapan KBB hastalıkları bağlamında değil, nöro-psikiyatrik bozukluklar yönden de hem kalite hem de kantite olarak incelenmektedir. Elbette ki konuşma seslerinin incelenmesi gündeme geldiğinde, anadil ve o dilin özellikleri ve elbette genel dilbilim bilgisi de gündeme gelir. Çünkü bunları bilmeden o dile özgü konuşma seslerini incelemek ve sonuca varmak mümkün değildir. Her dil kendi standartlarına ve sapmalarına sahiptir.

Bir ülkenin eğitilmiş nüfusunun anadili etkili kullanıyor olması son derece önemlidir ve elbette eğitim düzeyinin artışıyla beraber anadil yeterliliğinde kalite ve kantitece görünür bir artış da beklenmelidir. Yaygın genel kabullerin ya da önyargıların aksine, aslında anadil, sadece, o dilin öğrenilmesi/öğretilmesi ve dilbilim araştırmaları kapsamında veya sadece ilişkili sosyal bilimler alanları için (ya da konuşma sesleriyle inceleme yapmak durumunda olan KBB, odyoloji, nörobilişsel alan çalışanları için) değil, bütün bilim alanları için ön şarttır. Dolayısıyla, anadil eğitimi, uygulamaya ve üretime doğrudan yansıyan sonuçların beklendiği fen bilimleri için özellikle önemlidir; Çünkü zihinsel kapasitenin en hedefli ve etkin kullanımı ancak anadilde mümkündür. Ayrıca anadil ve kültürünü bilerek kendini özgün bir varlık, “özne”, haline getiremeyen bir bireyin özgün düşünce üretebilmesi mümkün olamaz. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, bu hususu, “Türkçe eğitim yapılmazsa bilim olmaz.” cümlesiyle hatırlatır. Ayrıca, “Kеndi dilindе düşünеmеyеn, hеr an dolaylı da olsa kеndi dil vе kültürünün dеğеrsiz olduğu kеndisinе tеlkin еdilеn çocukta kimlik, bеnlik, haysiyеt duyguları nasıl gelişebilir?” diye de ekler[1].

Dil, insanoğlunun geliştirdiği en özgün ve vazgeçilmez yeteneği ve zekâsının ayrılmaz bir parçasıdır; insanoğlu bu şekilde hem kendi zihninin derinliklerine ulaşabilir hem de diğer insanlarla iletişim kurar. Dil, benlik ile çevre arasındaki ilişkiyi, hayat boyu pek çok biyolojik, psikolojik ve çevresel değişken ve değişimlere maruz kalarak çok yönlü olarak sürdürür; dolayısıyla da dil edinimi hayat boyu içimizde ve dışımızdaki “her şey” ile birlikte devam eder.

İnsan geliştirdiği dil ile ihtiyaç, duygu ve düşüncelerini istek, niyet ve amaca dönüştürüp diğerlerine nakleder. Ve diğerlerinden gelen yanıtları alır, algılar ve zihinsel bağlamda duygu, düşünce ve isteklerine yansıtarak niyet ve amaçlarını yönetir; yönlendirir. Bunu da en iyi kendisiyle aynı dili konuşanlarla yapar ki bu da anadilden “ülkü birliği” ve “millet” kavramlarına geçişi sağlar. Diğer bir ifadeyle; anadil benlikten kültüre geçişi sağlayan bir köprüdür. Sinanoğlu’nun önceki paragrafa alıntılanan iki ifadesi, işte bu bilimsel gerçeğin açığa konmasından ibarettir; ancak fazlası da vardır: Kendi benliğini tanıyan ve ifade edebilen birey, kendisinin ve kültürünün değerinden emindir ve dolayısıyla da bu değerin üzerine inşa ettiği / edeceği bilgi edinimini değerli kılması ve öğrendiklerine bir misyon (görev, amaç) ve bir vizyon (ülkü) atamaya başarabilmesi daha büyük bir olasılıktır.  

"Yaratan ve yazılımlandıran Rabb'in insana iki armağanı var: Dil ve zekâ... Dil mi zekâyı, zekâ mı dili zenginleştiriyor kesin hüküm verilemez. İnsan olmanın da, millet olmanın da en açık ölçütü, olmazsa olmazı dil'dir."

Prof. Dr. Sadık Tural

Anadil, hemen hemen ilk öğrendiğimiz “şey”dir, denebilir ya da diğer bir ifadeyle, henüz bilinçsiz bir şekilde yaşama tutunmaya çalıştığımız ve de yaşamı tanımaya ilk adımı attığımız hayatımızın ilk ay ve yıllarında, “ana”, “aile”, “güven” ve “sevgi” kavramlarını tanırken onlarla birlikte öğrendiğimiz ilk şeydir, anadil. Aslında ana karnında 22. haftada başlarız anadilimizi tanımaya ve dolayısıyla da öğrenmeye… Dr. Hüseyin Ağca 2021 tarihli eserindeki anadil bahsinde Yahya Kemal’in şu sözüne işaret etmektedir: “Dil, ağzımda annemin sütüdür.”

Gayet iyi bilindiği üzere, beynimiz “plastisite” adı verilen ve sadece hayatın ilk iki yılında ve kısmen de dört yaşına kadar mevcut olan bir yeteneği vardır; bu dönemde beyindeki farklı işlevsel alanlar arasında organik bağlantılar (akson ve dendirtlerden oluşan sinir ağları ve yolakları) kurulur. Bu sinir ağları ve yolaklar ve işlevsel alanlardan girdilerle beslenerek kullanılanlar sonraki yaşlara da kalır; Kullanılmayanlar ya kaybolur ya da zayıflar. Bu her insanın yaşadığı nörobiyolojik bir süreçtir. (Kemaloğlu, 2016b; Gökdoğan, 2022; Gökdoğan ve Gökdoğan, 2022) İşte; anadil, bu bağlantı kurulan dönemde dilin şekil bulan halidir; bu bağlamda da beyindeki bütün alanlara “sızmış” olan iletişim aracıdır. Anadil ile ilgili bütün “kod”lar (işitsel sözel dilin parçasal - “segmenter” ve parçalarüstü - “suprasegmenter” ögeleri, mimik ve jestler, semboller vb.) (Özsoy, 2004; Mengü, 2022; Gökdoğan, 2022) zihnimizin en ince detayına kadar yerleşir ve o sıra öğrendiğimiz ve daha sonra öğreneceğimiz kavramlar da anadile ait bu “kodlar” ile detaylanarak zihnimizde yerini bulur. Yeni doğan bir bebek anadilini diğer dillerden ve annesinin sesini de diğer seslerde ayırt eder. Bunu başlangıçta sadece anadilin müzikalitesi (vurgu, durak, ezgi) ve dile ve anneye özgü konuşma sesinin frekans kapsamını algılayıp öğrenerek yapar. Sonraysa, yavaş yavaş, duyduğu konuşma sesleri (fonem –sesbirim-, alafon –sesbirimciği-, morfem –biçimbirim-, sözcük vb.) ile duygusal ve nesnel kavramları birleştirir ve giderek de idrak (“cognition”) safhasına geçer. Daha sonra da üretim (ifade edici dil) gelir.[2],[3]

Bazıları çok dilli ailelere doğar ve bu dönemde aynı anda iki (veya daha çok) dille muhatap olup birden çok anadil ile zihinlerinin derinliklerine inebilirse de genelde ebeveynlerimizin, özellikle de annemizin kullandığı dil, anadil olur. Beyin plastisitesinin devam ettiği yaşlarda ikinci bir dili öğrenmeye başlayanlarda bu durum biraz daha farklı olabilirse de hiçbir ikincil dil öğrenimi, ana karnından başlayarak beyin plastisitesinin devam ettiği süreçte zihinsel gelişimimizin içine “sinegelen” anadilin yerini tutmaz. İkinci bir dili çok erken yaşta öğrenmeye başlasak ve çok da iyi öğrensek bile; zihin öğrenilmekte olanı öğrenilmiş olana bağlayarak geliştiği için, yabancı dilde alınan her bilgi temelde yine anadilde öğrenilmiş olan bir kavrama bağlanır ve anadil üzerinden şekillenmiş yolaklar sayesinde en geniş ve güçlü şekilde beyindeki diğer bilgiler ve işlevsel alanlar ile ilişkiye geçer.

Anadili öğrenimiyle kavram bilgisi edinimi iç içedir ve birey ilerleyen yıllarda, eğitim ve bilim dili olarak başka bir dili kullanmaya yönelse bile, süreç anadil ile iç içe devam eder. Anadilde karşılığını bulmayan bir kavramın “içselleştirilmesi” ve dolayısıyla da beynin öğrendiğini depolayan, geri çağırıp işleyen ve “yaratıcılık” olarak görünürlük kazanmasını sağlayan alan ve yolaklarında hızla ve çok yönlü akması çok daha zordur. Öyleyse, öğrendiğimiz yeni bir bilginin içselleştirilmesi de yeni bir fikir, ürün ya da buluş ortaya çıkartabilmesi de anadil yeterliliğimizle paraleldir. Anadil yeterliliğini, ilk çocukluk çağındaki işitsel-sözel ortam zenginliğinden (ebeveynlerle olan işitsel sözel ilişki -ninniler, masallar, oyunlar, sohbetler, şarkı vb.-, kardeş ve akranlarla olan arkadaşlık ve oyunlar, vb.) çevresel uyaran çeşitliliğine kadar pek çok şey belirler. İlköğretim ve sonrasında etkin bir okuma alışkanlığı kazanılması anadil ediniminde son derece önemlidir. Her şekilde dil gelişimi devam eder. Genelde yükseköğrenim aşamasına kadar desteklenir; ilk orta ve lise döneminde örgün eğitim ve elbette ebeveynlerin, okul ortamlarının ve sosyal çevrenin dil edinimini destekleyecek çok yönlü çabaları ve yapılandırmaları ile gelişerek sürer.

Yükseköğrenim dönemindeyse, ülkemizde anadil eğitimi büyük oranda ilgi odağı olmaktan çıkmaktadır. Hâlbuki bu dönemde karşılaşılan pek çok yeni ortam ve bilgiler dil gelişimimizi etkileyen büyük bir kaynaktır. Her hâlükârda dil gelişimi sürer; her hâlükârda anadil gelişimi de bundan payını alır ama bu payın beynimize sinegelen anadil sistemine ne büyüklükte dahil olduğu, ve etkinin olumlu çıktıları destekleyici olup olmadığı, bireye, eğitim sistemine ve ülkenin genel sosyal politikalarına hakim olan yaklaşımlara bağlıdır. Yükseköğrenim sürecinde belli meslek alanları, okullar ya da öğretim üyeleri kendi alanlarına özel anadil ifadelerini kullanır, öğretir ve kendi tarihselliklerini ve öykülerini de öğrenciye sunarlarken, pek çok alanda, özellikle fen bilimlerinde, sadece yabancı terimleri içselleştirmeye çalışarak ana konularına odaklanılmaktadır. Bazı yükseköğrenim kurumlarındaysa, sadece yabancı dilde eğitim yapılır; anadil memlekette yolumuzu bekleyen annemiz gibidir; özlenir ama daha önemli işler vardır, beklemelidir.

Ancak; ilk kısımda detaylı belirttiğimiz gibi, eğitim hangi dilde yapılırsa yapılsın beynimizde bilgi edinimi, öğrenme, öğrenileni kullanma ve üretim (yaratıcılık) aslında sadece anadilde süregitmektedir. Eğer yükseköğrenimde alana özel Türkçe ifadeler kullanılıp öğretiliyor ve beraberinde Türkçe olarak alanın tarihselliği ve öyküleri öğrenciye sunuluyorlarsa, o zaman bilişsel süreçlerle daha uyumlu bir eğitim gerçekleştirilmiş olur. Aynı durum hayat boyu da devam eder.

 

“İnsanlar istedikleri dili öğrensinler, ama eğitim bir ülkenin kendi diliyle yapılır.”

Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu

 

 Hüseyin Ağca Armağanı* olarak çıkacak kitaptaki bu yazının konusu; anadilin sadece sosyal bilimler için değil, fen bilimleri alanlarındaki öğrenme ve öğrendiklerini somut ürüne dönüştürme ve uygulamadaki önemi üzerine olan düşüncelerimi, ülkemizde hızla yaygınlaşan odyoloji bilim alanı örneği üzerinden, Sayın Ağca’nın eserlerinden yapacağım alıntılarla, anlatmaktır. Bu bahaneyle, ayrıca, odyolojiyi daha geniş bir camiaya tanıtmayı, sosyal bilimler ile odyoloji ilişkisini geliştirmeyi ve odyoloji alanında eğitim veren ve alanlara da odyoloji eğitiminin olmazsa olmaz bir parçasının anadil (ve elbette Dilbilim) eğitiminin pekiştirilmesi ve geliştirilmesi olması gerektiğini vurgulamayı amaçlamaktayım.



[1] Sinanoğlu’nun bu konudaki görüşleriyle ilgili daha detaylı fikir edinmek isteyenler Ağca, 2001, s156-160 arasında sunulan röportaj örneğine bakabilirler.

[2] Burada Sağırlar ve işaret dilleriyle ilgili bir dip not düşmek gerekir: İşaret dilleri, doğuştan veya dil öncesi dönemde iki taraflı ileri derecede işitme kaybı gelişen çocuklar için doğal anadillerdir. Eğer bu çocuklar çok erken (en geç iki yaşına kadar (ideali hayatın ilk altı ayında)) fark edilip işitme cihazı ve/veya biyonik kulak ile işitebilir kılınamazsa (habilitasyon) beyindeki iletişim ile ilişkili alanlar (başta ikincil işitsel alanlar olmak üzere) işitsel sinyali tanıyıp ayırt edemeyecek hale gelir ve bu alanlar görsel ve dokunma uyaranlarına hassasiyet kazanır. Dolayısıyla da iletişim ile ilgili bütün diğer alanlar ve süreçler, başta öğrenme ve dil kullanımıyla ilgili olanlar olmak üzere, özellikle görme duyusuna hassas hale gelir. Kısaca bu durumun özeti şudur: Eğer siz bir çocuğun beynine iki yaşına kadar işitsel sinyal yollayamazsanız, artık onun anadili, işaret dili olur ve bu bağlamda işaret dilini anadil kabul edip merkeze alan, görsel eğitim araç-gereçleriyle desteklenen bir eğitim sürecine yöneltmek gerekir. Doğal olarak bu Sağır çocuk yaşadığı ülkede kullanılagelen işaret dilini öğrenir ve o ülkenin işaret dili onun anadili haline gelir. (Kemaloğlu, 2016a,b; Kemaloğlu, 2017; Girgin ve Kemaloğlu, 2017)

[3] Bu noktada şu hususun da altını çizmek gerekir: Türk İşaret Dili (TİD), kökenleri II. Beyazıd dönemine kadar giden ve Osmanlı Sarayı içindeki okuluyla dünyanın en eski eğitim sistemine sahip işaret dili olarak kabul edilen bir dildir. Ayrıca; işaret dilinin saraylarda kullanım geleneğinin Hititlere kadar gittiğinin bilinmesi, işaret dilinin Antik Mısır’da gördüğü saygı, İslamiyet’in işaret dillerine olumlu bakışı, işaret dilinin  Osmanlı Sarayı’nda padişahlar, saray ileri gelenleri ve Sağır ve/veya “Dilsiz” personelce kullanılıyor olması ve Sağırların Osmanlı toplumunda işaret dili ile kamusal hayata katılıyor olmaları, tarihsel olarak coğrafyamızda işaret diline ve Sağırlara; Batı Kültüründen daha olumlu bir bakış açısıyla yaklaşıldığının göstergeleridir. (Kemaloğlu, Yaprak Kemaloğlu, 2012; Kemaloğlu, 2014a,b).

* Ben Dr. Hüseyin Ağca Hoca'yı  Sadık  Hoca (Prof. Dr. Sadık Tural) aracılığı ile tanıdım; onların  entellektüel birikimi yüksek bir topluluğu var. Sadık Hoca'nın  birçok çalışması ve sohbeti benim gibi bu konulara düşkün insanlarca bilinir. Bu gibi sohbetlerin ne derece doğurgan olduğunu algılayıcılarını diğer bilim ve sanat alanlarına kapatmamış olan her aydın gayet iyi takdir edecektir.

Uzun yıllardır sohbetlerine dâhil olma şansı bulduğum Sadık Hoca, beni Dr. Hüseyin Ağca Armağanı olarak çıkarmayı düşündükleri kitaba katkıda bulunmaya davet edince, elbette gururum okşandı ve memnun oldum; ama çokça da şaşırdım: Ne yazacaktım ki?

Sayın Ağca, Gazi Eğitim Camiasının Aksakallarından, hayatını Türkçe eğitimine vakfetmiş, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği yapmış saygıdeğer bir büyüğümüz. Kitabın muhtemelen diğer yazarları da sosyal bilimciler olmalı…?! Ben ise tıp doktoru ve KBB uzmanı…?!

Bu soruyu yönelttiğimde, Sadık Hoca bana yakın zamanda Hülya Kasapoğlu Çengel ve Güven Mengü ile birlikte, 26 değerli yazarın katkılarıyla çıkarttığımız “Odyoloji’de Konuşmanın Fonetik (Sesbilgisel) ve Fonolojik (Sesbilimsel) Özelliklerinin Önemi. Türkçe Örneği” isimli bir kitabı hatırlattı ve Dr. Ağca’nın Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı (AKMB) tarafından 2021’de 2. baskısı yapılan  “Sözlü ve Yazılı Anlatımında Türkçenin Kullanımı” isimli eserini emaneten bana verdi. Ve “buna göre karar verirsin...”, dedi!

Birkaç gün sonra, çevrimiçi ortamda Sayın Ağca’nın adını aratırken bir diğer kitabına rast geldim: “Türk Dili, 2001”. Ancak o kitabı daha önce incelediğimi fark ettim. Birkaç yıl önce o kitabı bulmuş, bilgisayarımın “Türkçe, Türk Dil Bilim” klasörüne kaydetmiş ve hatta okuduklarımdan bence önemli olanları da ayrı bir dosyaya not olarak almışım! Öyle olunca ne yazacağım konusu kolayca şekillendi.